ÇOCUK VE EDEBİYAT - ERDAL ÇAKİCİOĞLU

"Herkes Baktığı Yerden Görür"

Hepimiz Aileyiz Kurumsal Icon hepimizaileyiz.com.tr
Yayın : 24.09.2012

Herkes Baktığı Yerden Görür

Bugünkü sayı için ne yazacağımı, nereden başlayacağımı düşünürken, edebiyat dergilerinin eski sayılarını karıştırdım şöyle bir... Görüşlerine çok değer verdiğim bir eleştirmen dostumun, benimle ilgili bir eleştirisi ilişti gözüme. Tam da bugün yazmayı düşündüğüm konuyla ilgi olduğu için, sonuna dek tıpkı ilk günkü ilgi ve heyecanla okudum yazıyı.

Değerli dostum, sağ olsun, epey övüp pansuman yapmış, gevşetmiş, kocaman tetanos iğnesini batırmak için. Ve eleştirisinin bir bölümünde:

“Yukarıda yazdıklarımızı özetlersek: Akıcı, yalın, sinematografik bir anlatımı var genç yazarımızın. Okuduğunuz her cümlede yeri, zamanı ve kahramanları kolayca düşleyebiliyorsunuz. Hatta kendinizi bu anlatımın içinde buluyorsunuz, olay kahramanlarından biri olarak. Ama...

Ama bu söylediklerim, yazar köyü, yoksul mahallelerini, yoksul evlerini ve yoksul insanları anlattığında geçerli. Oysa hayatımızın tamamı yoksul değil. Kentlerimiz, yoksul evleriyle tıka basa dolu değil. İnsanlarımızın hepsi yoksul değil.

Merak ediyorum: Sevgili yazarımız, yoksul evleri anlatırken her ayrıntıya üşenmeden, üstelik de büyük bir tat alarak anlatıyor da varlıklı evleri neden teğet geçiyor? Bu zengin kurgusunu neden onlardan esirgiyor? Yoksa oraları kurgulayamıyor mu? Oysa kurgulaması gerek, değil mi? Edebiyat da bir kurgu sanatı olduğuna göre...”

diyerek iğneyi batırıvermiş haklı olarak.

Evet, haklıdır dostum: Edebiyat, bir kurgu sanatıdır... Buna hiçbir itirazım yok, olamaz da.

Ama çok önemli bir ayrıntıyı gözden kaçırmış: O sanatı yapanın da bir insan olduğu...

Edebiyatla ya da sanatın herhangi bir dalıyla ilgilenen bir sanatçıyı insanüstü görmekle başlamış, sevgili dostumun yanılgısı. Elbette sanatçının diğer insanlardan farklı özellikleri vardır ve olmalıdır. Ve bu özelliklerin başında da “baktığını görmek” gelir. Baktığını görmek... İşte adına “kurgu” dediğimiz o yaratı yeteneği de “görmek”le ortaya çıkar.

Tam da burada durmalıyız. Çünkü asıl sorun, bu halkayı doğru kavrayıp kavrayamamamızla ilgilidir...

Bilim der ki: “İnsanlar, sosyal ve ekonomik koşullarına uygun yaşarlar.”

Yani sınıflı toplumlarda, sanatçı da olsa bir insan, sosyal ve ekonomik konumu nasıl ve nerede yaşamasını gerektiriyorsa, o biçimde ve o alanda yaşar. Egemen sınıftan birinin yoksul halk kesimlerinin arasında, onların koşullarında yaşaması ne kadar gereksiz ve anlamsızsa; halktan birinin de burjuva yaşam sürmesi olanaksızdır.

Yine bilim der ki: “Düşünceyi oluşturan nesnedir. O nesneden oluşan düşünce, gelişerek yeniden o nesneye biçim verir.”

Buradan hareketle, diğer sanatçılar gibi yazara da esin verenin gördüğü nesne olduğunu kabul etmeliyiz. Yazar, gördüğü o nesneden esinlenerek kurgusunu yapar ve birçok insanın ilgisini çekmeyen o nesneyi, ustaca kurgulayarak ilgi çekici duruma getirir. Aynı şey, insan ve olaylar için de geçerlidir.

Şimdi bir yazar ya da sanatın herhangi bir kolunda uğraşı veren biri olarak, önce şu soruyu sormalıyız kendimize: Ben, benim ötemdekilere nereden bakıyorum? Yani durduğum, bulunduğum yer neresi? Daha açıkça söyleyeyim: Varlıklı mıyım, yoksul muyum? Bu soruya vereceğimiz yanıt, bundan sonraki sorulara da kolaylıkla yanıt vermemizi sağlayacaktır.

Eğer ben yoksulsam, yoksulların arasında yaşıyorsam, yoksul bir evde yaşıyorsam, bulunduğum yerden baktığımda neyi görürüm? Bir villayı, benim hayal bile edemeyeceğim eşyalarla süslenmiş bir köşkü görebilir miyim? Belki uzaktan görebilirim, o kadar... Uzaktan görebildiğim bu yerin, hiç görmediğim eşyalarla süslenmiş iç döşemini tahmin edebilir miyim? Kurgulayabilir miyim?

Sadece uzaktan görebildiğim bir köşkte, benden farklı yaşadığına emin olduğum insanların yaşam biçimleri üzerine ahkâm kesebilir miyim? Kurgu yapabilir miyim? Sadece gazetelerde fotoğraflarını gördüğüm ama özel yaşamlarıyla ilgili –magazin gazetelerinin cilalı haberlerinin dışında- hiçbir şey bilmediğim bu insanların birbirleriyle ilişkilerini, yaşam biçimlerini kurgulayıp anlatabilir miyim? Nelerden hoşlandıklarını, neyle beslendiklerini, birbirlerine nasıl davrandıklarını bilmeden onların yaşamlarını öykü ya da romanlarıma taşıyabilir miyim?

“Ama taşıyanlar var.” diyeceksiniz. Vardır belki... Sınıf atlamak isteğiyle kıvranan, o tür bir yaşama bilmeden öykünen yazarlar, şairler dün de olmuştur, bugün de vardır. Vardır elbette ama dışarıdan bakılarak görülmeden kurgulanan şey gerçekçi olabilir mi? Okuyucuyu doyurabilir mi? Onun hayal kurmasını, okuduğunu içselleştirmesini sağlayabilir mi? Ben, bu tür öykünen her yapıtı okuduğumda, açıkça yavan buldum. Çünkü gerçekten o yaşamın içinden gelenlerin yazdıklarından çok uzaktı... İçtenlikten uzaktı.

Aynı şey, sırça köşklerinde yaşayıp da bizim yaşadığımız alanlara tepeden bakanlar için de geçerlidir. Onlar da bizi tanımazlar; çünkü durdukları yerden bizi göremezler. Atalarımızın dediği gibi, “Tok acın hâlinden anlamaz.” İki öğün arası dışında hiç aç kalmamış bir burjuva yazar, benim/ bizim aç kaldığımızdaki duygularımızı anlatabilir mi? Ekmeğini, sebzesini çöpler arasından seçip evine taşıyan bir kadının ruh hâlini kurgulayabilir mi?

“Onu da yapan var.” diyeceksiniz. “Yapan, hem de bunun karşılığında ödüller alanlar bile var...” Geçmişte olduğu gibi, bugün de asıl okurların geniş emekçi yığınların arasından çıktığını gören uyanıklar vardır elbette... Ve bu açıkgözler, ticari dehalarını konuşturup bize bizi anlatmaya da kalkışmışlardır. Ellerindeki geniş reklam olanaklarıyla, aramızda oldukça geniş okuyucu potansiyeli de oluşturmuşlardır. Ödül konusunda ise uzun uzun düşünmeye gerek yok; bunun da reklam çalışmalarının bir parçası olduğunu ve halk deyimiyle “danışıklı dövüşüldüğünü” hepimiz biliyoruz artık.

Peki, bununla ilgili bir soru soralım yine kendimize: Burjuva yazarların eserlerinde kurguladıkları biz, gerçekten biz miyiz?

Nasıl olabiliriz ki?

Hayatı boyunca tepeden baktığı, göz göze gelmekten ölümden korkar gibi korktuğu biz, nasıl onun eserinde gerçek kimliğimizle yer alabiliriz ki? Uzaktan baktığında bile küçümseyerek dudak büktüğü, uzağından geçerken bile havasını solumamak için burnunu tıkadığı mahallemizi, evimizi nasıl kurgulayabilir ki? Kullandığımız sözcükleri bile bilmeden, yaşam koşullarımızı gözlemlemeden bizi, bizim birbirimizle ilişkilerimizi nasıl anlatabilir ki?

Anlatamaz... Anlatmaya kalktığında da bizim anlattığımızın çok uzağında, yapay, içtenlikten uzak, sahte bir anlatım çıkar ortaya –ki bugünkü bol reklamlı ticari eserlerin çoğunun durumu da budur.

Öyleyse, “herkes baktığı yerden görür” saptaması doğrudur.

Buradan hareketle, sevgili dostumun bana yönelik eleştirisindeki haksız yüklenmenin yanıtı da ortaya çıkmış oluyor:

Evet... Ben, hayatım boyunca sırça köşklerde yaşamadım. Orada yaşayanlara özenmedim de... Merak da etmedim, onların yaşam biçimlerini. Dolayısıyla, gazete, dergi, kitap ve filmlerin dışında, onların hakkında hiçbir bilgim yok.

Belki insani ilişkiler gereği, bazı varlıklı evlere –onlar da orta düzeyde- gittiğim de oldu ama bana tümüyle yabancı bu tür yerlerde, yaşadığım sıkıntıyı bir ben bilirim. Ayağımı nereye koyacağımı, nerede ve nasıl oturacağımı düşünmekten, doğrusu gözlem yapma fırsatı bulamadım. Zengin sofralarında, hangi bıçakla neyi keseceğimi, hangi çatal kaşıkla hangi yemeği yiyeceğimi kestirememekten, bırakın gözlem yapmayı, yemek bile yiyemeyip aç kalktım sofradan. Birbirleriyle konuşurken kullandıkları sözcüklerin anlamlarını düşünmekten, bırakın ilişkilerini gözlemlemeyi, ne konuştuklarını, neye gülüp neye üzüldüklerini bile anlayamadım.

Şimdi söyle bana, dostum...

Başımı kaldırıp da bakamadığım bu şatafatı nasıl betimleyeyim? Bana tümüyle yabancı bu insanları nasıl anlatayım? İlişkilerini, yaşam biçimlerini nasıl kurgulayayım? Bunu yaparsam, gülmez misin bana? “Be adam! Tanımadığın ortamı, bilmediğin insanları ne diye anlatmaya kalkarsın? Böyle çuvallarsın işte!” demez misin?

Dersin... Demelisin. Belki sen ince yapından dolayı bunu bana demezsin ama ben kendi kendime derim.

Hem, içinde yaşadığım gerçeklik gözümün içine bakarken, dahası canımı acıtırken, ben ne diye olmadığım ve asla olamayacağım ortamların düşünü kurayım? Yakışır mı bana?

İnsan nerede duruyorsa, oradan bakar dünyaya... Ve dünyayı da baktığı yerden görür. Kurgusunu da betimini de anlatımını da gördüğünden esinlenerek yapar.

Ben de onu yaptım...

Konular :