ÇOCUK VE EDEBİYAT - ERDAL ÇAKİCİOĞLU

İşte Orada!

Hepimiz Aileyiz Kurumsal Icon hepimizaileyiz.com.tr
Yayın : 15.09.2013

İşte Orada

“İMKÂNSIZ! 100 İŞTE ORADA

Çocuğun hamurunda vardır 100
100 dili vardır, 100 eli, 100 fikri
100 yolu düşünmenin
Oynamanın ve konuşmanın
100 evet, 100 yolu
Dinlemenin, eğlenmenin, sevmenin.
100 coşkusu anlamanın ve şarkı söylemenin
100 dünyası vardır keşfedilmeyi bekleyen
100 dünyası vardır icat edilecek
100 dünyası vardır hayal kurulacak
100 dili vardır çocuğun
(ve yüzlerce yüzlerce yüzlerce dahası)
Fakat çalıyorlar 99'unu.
Okul ve kültür ayırıyor başı gövdeden.

Çocuğa deniyor ki:
Düşünmelisin ellerin olmadan
Yapmalısın başın olmadan
Dinlemelisin konuşmadan
Öğrenmelisin zevk almadan
Ve coşmalı, eğlenmelisin
Ama sadece bayramlarda.
Ve çocuğa deniyor ki:
İş ile oyun
Gerçek ile fantazi
Bilim ile hayal
Yer ile gök
Mantık ile düşler ait değiller aslında birbirlerine.
Yani deniyor ki çocuğa:
Yoktur aslında 100.
Çocuk diyor ki:
İMKÂNSIZ. 100 işte orada!”

Loris Malaguzzi
(Reggio Emilia yaklaşımının kurucusu)

Kuşkusuz hepimiz çocuklara, onların geleceklerine çok önem verdiğimizi, onların bizler için en büyük değerler olduğunu düşünürüz. Düşünürüz ve her ortamda da bu düşüncemizi dillendiririz. Ve dillendirmekle de yetinmez, onların geleceklerini kurmak adına çırpınıp dururuz.

Çırpınmaya çırpınırız da bazen bunu bir kör dövüşüne dönüştürür, istemeden ve farkında olmadan -çoğu zaman da çaresizlikten- onları kör bir kuyunun içine atıveririz. Ve o çok değer verdiğimiz çocuğumuz, günün birinde hiç de düşünmediğimiz, ona yakıştırıp konduramadığımız bir kimlik ve kişilikle karşımıza çıkıverir. İşte o zaman, “ben nerede yanlış yaptım”ı düşünmeye başlarız ama iş işten geçmiştir artık. Gerek çocuğumuzu başımızdan savan biz, gerekse yazboz tahtasına dönen çarpık eğitim sistemi, el birliğiyle “canımız ciğerimiz”e en büyük kötülüğü yapmışızdır artık.

Biz de aile olarak kafamızda hep bu endişeyi taşıdığımız için, çocuklarımızın eğitimine elverdiğince, olanaklarımız elverdiğince dikkat etmeye çalıştık. Çalıştık ama büyük bir rant alanı olarak görülen eğitim bir yandan hızla yozlaştırılırken, bir yandan da “özelleştirme” adı altında ticarileştirildi. Dışı cafcaflı ama içi boş özel okullara veremezdik çocuklarımızı, gücümüz yetmezdi. Yetse de vermezdik zaten. Onlar, devlet okullarında yetiştiler, büyüdüler. Şimdi, onlardan ikisinin de çocukları oldu ve o çocuklardan biri, bu yıl kreş yaşına geldi... Geldi ama devletin -neredeyse- hiçbir kurumunda kreş yok. Yani kreşlerin tamamına yakını özel... Kesenize ve eğitim anlayışınıza uygun birini seçmek zorundasınız.

Bu kez, hem kendimizle çelişme hem de baltayı taşa vurup çocuğun geleceğini karartma endişesiyle, torunumuz/ çocuğumuz için kreş araştırmaya koyulduk. Hedefimiz, vitrini süslü ama içi (içeriği) diğerlerinden farklı olmayan herhangi bir kreşle yetinmemek ve aynı zamanda da ayağımızı yorganımıza göre uzatmaktı. Çocuğun özgüveninin gelişmesini nasıl sağlayacakları, yeteneklerinin ortaya çıkmasına nasıl yardımcı olacakları, hatta hangi oyunları oynatacakları bile önemliydi bizim için. Yani daha açıkçası, biz çocuğu sabah bırakıp akşam teslim alacağımız, bütün gün önüne oyuncaklar serilerek onu oyalayan bir yuva değil, yaptığı işten tat alan, onun gelişimine katkıda bulunan donanımlı bir yer -elbette olanaklarımız ölçüsünde- arıyorduk.

Ve bu amaçla torunum için internette kreş (çocuk evi, yuva) araştırırken, yüzlerce “şekerli balonlu” çocukların ve özellikle de annelerin ilgisini çeken adın arasında, hiç de onlara benzemeyen bir ad ilgimizi çekmişti: MEŞE PALAMUDU Çocuk Evi...

Biraz meraklı bir aile olduğumuzdan, “tuhaf” bularak dudak bükmek yerine, bu sıra dışı adın neden kullanıldığını merak edip çocuk evinin sayfasına daldık. Meşe palamudunun hikâyesini ve nasıl ürediğini eminim hepiniz biliyorsunuzdur. Bu adı seçmek çok iddialı bir yaklaşımdı ve doğal olarak bizi heyecanlandırmıştı. O heyecanla sayfayı incelerken, İtalyan köylü kadınlarının bulup geliştirdikleri ve adını da bu sistemi bulan Emilia Reggio'dan alan “Reggio sistemi”yle tanışmış olduk. Bu sistemle ilgili daha sonra ayrıntılı bilgi vermek üzere, izninizle asıl konuma dönmek istiyorum.

Bu, eğitime otuz yılını vermiş ve eğitimde başarılı olmak adına neredeyse bütün yararlı yolları denemeye çalışmış benim için de yeni bir şeydi. İtiraf edeyim, bu adı da sistemi de ilk kez duyuyordum. İnternetten okuduğum kadarıyla tam da istediğimiz gibi “çocuğu ve çocuğun özgürlüğünü, yaratıcılığını” merkeze alan bir sistemdi. Ama ülkemizde çoğu zaman söylenenle yapılan birbiriyle örtüşmezdi. Hele adına “özel” dediğimiz kurumlarda çok cilalı sözler söylenir, çok iddialı sözler verilir, müşteri yakalandıktan sonra bu sözlerin hepsi yok sayılırdı. Unutulur, unutturulur ya da inkâr edilirdi. Yani uygulamada, deyim yerindeyse insana ölüm gösterilip sıtmaya razı edilirdi. Bu nedenle de dışarıdan bilgilerle yetinmek yerine, gidip çocuk evini ve oradaki işleyişi görmeye, yetkili ve çalışanlarla yüz yüze konuşmaya karar verdik. Bu görev de doğal olarak bana verildi.

Çocuk evine giderken, onlarca çocuk evinin önünden geçtim. Hepsi birbirine benziyordu. Güzeldiler, süslüydüler. Ama benim kafamda başka bir şey vardı... Böyle renklerin birbirini boğmadığı, balonların dışarıda kapıların üstünde değil çocukların elinde olduğu, yapay naylon ya da teneke oyuncakların yerine çocukların hayal güçlerini geliştirecek ve onların ürettiği oyuncakların (eserlerin) olduğu bir çocuk evi düşlüyordum. Sade olmalıydı her şey, yormamalıydı çocuğu...

Ve tam da düşündüğüm gibi oldu. Daha ayağıma galoşları giyip Meşe Palamudu'ndan içeri adımımı attığım anda, içimi bu yalın huzurun kapladığını gördüm. Yöneticisinin (Özlenen Kutlar, sevgili Onat Kutlar'ın gelini ve bundan gurur duyuyor) kendi çocukları için arayış içinde olan bir anne olması ve içtenliği, yuvanın yerleşim biçimi, çocukların üretim sergileri, etkinlik fotoğrafları vb. yeterince gönlümü çelmişti ama özellikle...

Özellikle yukarıda, yazı başlığının hemen altına alıntıladığım yazı... Giriş koridoruna asılan kırmızı zemin üzerine beyaz harflerle yazılan pano aklımı başımdan aldı. Önünde uzunca bir süre kaldım. Okudum, okudum, okudum... Ve okudukça, kendim de içinde olmak üzere çocuklarımıza ne büyük haksızlıklar yaptığımızı anladım.

Çocuklarımızın yüzlerce düşüncesine, hayaline, isteğine, sözüne nasıl gem vurduğumuzu utanarak gördüm. Onları sözde özgür yetiştirmek adına nasıl yasaklara boğduğumuzu, bütün kişilik haklarını nasıl gasp ettiğimizi üzülerek gördüm. Onları nasıl kandırdığımızı, nasıl aldattığımızı, nasıl baskıladığımızı, dahası aslında nasıl kendimiz gibi köleleştirdiğimizi içim burkularak anladım. “Yasak”larla, “günah”larla, “yanlış”larla, “ayıp”larla, “korku”larla onları nasıl öteleyip sindirdiğimizi kendimden utanarak algıladım.

Hâlâ çocuklarımızın 100'ünün 99'unu çalanlardan biri olmanın ezikliği içindeyim.

Oysa onların dediği gibi “100 var ve işte orada!”

Bilimle sanat iç içe ve işte orada!

İşle oyun bir arada ve işte orada!

Gerçekle hayal sırt sırta ve işte orada!

Mantıkla düş yan yana ve işte orada!

Yerle gök altlı üstlü ve işte orada!

Bize düşen birini ya da hepsini yok saymak değil, çocuğumuza, onlara elini uzatmasını öğretmek. Korkusuzca...

Eğer onlara ve kendimize güvenip de bunu öğretebilirsek, inanın yakalayıverecekler gökkuşağını... Hem de hiç bırakmamacasına.

Çünkü o gökkuşağının her renginde sevgi vardır, yaratıcılık vardır, özgüven vardır, paylaşım vardır, dostluk ve dayanışma vardır.

Çünkü o gökkuşağının her renginde “ben”i bastıran “biz” vardır.

Çünkü o gökkuşağının her renginde şiddet duygusunun yerine sevecenliği oturtmuş insanlık ve erdem vardır.

Çünkü o gökkuşağının her renginde tüm korkularını yenmiş gerçekten özgür birey vardır.

Çocuğumuza, gökkuşağına elini uzatmasını öğretemiyorsak bile, kendisinin el yordamıyla bulup elini uzatmasına engel olmayalım... Kıymayalım onlara.

Konular :