ÇOCUK VE EDEBİYAT - ERDAL ÇAKİCİOĞLU

Kirli Oyun…

Hepimiz Aileyiz Kurumsal Icon hepimizaileyiz.com.tr
Yayın : 23.12.2013

Kirli Oyun

Öyle bir bataklığın ortasında debeleniyoruz ki...Bize uzatılan, bizi temizliğe, aydınlığa, insanlığa ulaştıracak olan dala tutunmak yerine, debeleniyoruz. Debeleniyor ve debelendikçe de o pis bataklığa biraz daha gömülüyoruz.

Bataklık leş gibi kokuyor.

Bataklık pislik içinde.

Bataklık ağzına kadar yalnızlık dolu, kötümserlik dolu, bencillik dolu, kir dolu...

Biliyoruz.

Biliyoruz ama yine de temize, aydınlığa, iyiye, güzele çıkmaktan korkuyoruz... Ve o pisliğin içinde debelenmeyi yeğliyoruz.

Yeğliyoruz, çünkü aklımız tutulmuş önce...

Düşünemiyoruz.

Yeğliyoruz, çünkü içimizdeki bataklık olan “ben” duygusu da giderek yükseliyor, vücudumuzun her hücresine yayılıyor, ele geçirmeye çalışıyor bizi. Ağzımızdan burnumuzdan “ben” çamuru akıyor bataklığa doğru.

Ve o “ben”i üstün kılmak uğruna, bataklıkta kalmayı, gömülmeyi, bataklığın çamurundan bir tutam olmayı yeğliyoruz.

Aklımız tutulmuş ya bir kez...

Düşünce yetimizi, yorum gücümüzü, en önemlisi de bizi bugüne dek temiz tutan insanca değerlerimizi yitiriyoruz bir bir.

“Ben” demişiz ya bir kez...

Düşünmek de ne? Bizi kuşatan bataklığın her tutamından hangi ses çıkıyorsa biz de o sesi çıkarmayı yeğliyoruz, düşünce tembelliği içinde. Her tutam nasıl kokuyorsa biz de öyle kokmaya çabalıyoruz. Adımıza bataklığı oluşturanlar düşünüyor, karar veriyor, konuşuyorlar...

Biz de onların söylediklerini yineliyoruz, avazımız çıktığınca.

İçimizdeki bataklığı, “ben”i büyütüyoruz boğulmamıza aldırmadan. “En büyük ben!” diye haykırıyoruz boğazımız parçalanarak. “Ben uğruna her şeyi yaparım!” aymazlığına kaptırıyoruz kendimizi, içinde boğulduğumuz pisliğe aldırmadan.

Hatta zamanla zevk alıyoruz bundan...

O acımasız “ben”in ancak başkalarının “ben”lerini yok ederek büyüyebileceğini görmezden geliyoruz önce. Sonra, tat aldıkça görüyor ama umursamıyoruz. “Ben”lerini çaldıklarımız en yakınlarımız da olsa umursamıyoruz...

Bunu utanmazlık, değerbilmezlik, vefasızlık kılıfına geçirerek kendimizi rahatlatmaya, hâlâ biraz var olan vicdanımızın sesini bastırmaya çalışıyoruz.

Ömrünü bize adayan anamızın bütün emeklerini unutup o koca ömürde -o da iyiliğimiz için- bize söylediği bir iki kötü sözü ya da davranışı anımsıyoruz örneğin. Anımsamakla da kalmayıp geçmişten ne zaman konu açılsa, bunu onun başına kakıyoruz. Ağzımızdan zehir akıyor, anamızın yüreğine, onu kahrediyor, biliyoruz ama umursamıyoruz.

Umursamıyoruz, çünkü zaten amacımız bu. “Ben”imizi büyütebilmemiz için, onun bize dönük beklentisini yok etmemiz gerek. Onu, bize kötülük yaptığına, bizden bir şey -özellikle sevgi- beklemeye hakkı olmadığına inandırmamız gerek. O bizi sevmeyi sürdürecek, sıkıştığımız her an yanı başımızda olacak ama biz bunları yapmayacağız. Çünkü biz sadece içimizdeki bataklığı, o kahrolası “ben”imizi seveceğiz.

Anamıza yaptığımızı elbette babamıza, öğretmenlerimize, kardeşlerimize, akrabalarımıza, dostlarımıza, arkadaşlarımıza da yapacağız. Onlar hep iyi anılarımızı hatırlayadursunlar... Biz, içimizdeki “ben”i büyütebilmek için, o anıların içindeki birkaç kötü anı cımbızla yakalayıp çıkaracağız. Ve yeri geldiğinde, yani onların beklentilerinin önünü tıkamamız gerektiğinde önlerine koyacağız.

“Hepsi iyi hoş, güzel diyorsun da bana söylediğin o sözü hiç unutamıyorum...” diyeceğiz babamıza. Ve “Zaten sen beni hiç sevmedin ki...” ile bitireceğiz.

“Hep beni eleştirirdiniz,” diyeceğiz, yıllar sonra karşılaştığımız öğretmenimize; bize kattıklarını unutarak. “Zaten beni hep dışladınız...”la bitireceğiz.

“Annemle babam hep seni severlerdi. Sen de bundan yararlanıp beni ezerdin,” diyeceğiz kardeşimize, içindeki sevgi dolu dünyayı yıkarak. “Zaten insana en büyük kötülük en yakınından gelirmiş...”le bitireceğiz.

“Hep iyi günde yanımızda oldun!” diyeceğiz akrabamıza. “Başıma falanca iş geldiğinde neredeydin?”le bitireceğiz.

Dostlarımıza, arkadaşlarımıza, hatta evliysek eşimize -ve varsa çocuklarımıza- de benzer şeyler söyleyeceğiz.

Söylemekle yetinmeyip kendimizi de inandıracağız buna.

Çünkü inandırmamız gerek...

Kendimizi inandıramazsak eğer, içimizde sipsivri bir kama gibi hazır bekleyen ve her haksız davranışımızda yüreğimizi deşip kanatacak olan vicdanımızı, yani insan yanımızı susturamayız.

İnandıramazsak eğer, oynadığımız bu kirli oyun da yapmacık olur. Ve ne karşımızdakini inandırır ne de bizi rahat bırakır.

Kendimizi inandırmayı başarabimişsek eğer, o bataklık da bir daha kurtulmamacısa bizi içine almış, iyice gömülmüşüz demektir. İçimizdeki bataklıkla dışımızdaki birleşmiş, bizi bütünüyle ele geçirmiş demektir.

Ve bu aşamada, artık yukarıdaki gibi kötü anları cımbızla yakalama ihtiyacı da duymayız. Çünkü kişiliğimizi tümüyle yitirmişizdir. Geçmişimizi, bugünümüzü ve yarınımızı yalanlar üzerine oturtmaya başlamışızdır.

Her şeyimiz yalandır artık...

Üstelik işin tuhafı, bu yalanlara önce kendimiz inanmaktayızdır.

Bize özenen yeni bataklık kurbanlarına bu yalan serüvenlerimizi -hem de allayıp pullayarak, bire bin katarak- anlatmaya başlarız. Kendimizi bir kahraman ediveririz onların gözünde.

Örneğin içimizdeki doyumsuz “ben”i yeterince büyütmeyi başarabilmiş de bir şekilde para pul sahibi de olmuşsak, olmadık öyküler anlatırız çevremize. Tırnaklarımızla kazıyarak o duruma geldiğimize inandırırız onları. Çevremizi kuşatan kötülük çemberini nasıl kahramanca çarpışarak dağıttığımızı ballandıra ballandıra söyleriz. “Sağ gözün sol göze yararının olmadığı” yalanını onların kafasına da ustaca kazımaya koyuluruz.

Kendi “ben”imizle yetinmeyip yeni “ben”ler salarız bataklığa doğru.

Hele bir de bu şekilde yıllanıp belli bir yaşa erişmiş ve talihsiz bir biçimde çoluk çocuk sahibi olmuşsak...

Daha doğar doğmaz gözümüzü kırpmadan atıveririz o yavrucakları da bu leş bataklığının orta yerine. Kendileri büyümeden “ben”lerini büyütüveririz, büyük bir isteriyle. Topluma düşman, ahlaka düşman, insana düşman, -biz istemesek de anaya babaya düşman- kardeşe, akrabaya ve giderek de kendine düşman bireyler yapıveririz o suçsuz günahsız yavruları, kendi “ben”imizin buyruklarına uyarak.

Başka çocuğun oyuncağına ortak olmayı ama kendisininkini saklamayı öğretiriz önce... Başkasından istemeyi ama kendisi vermemeyi öğretiriz. Güçlü olmak için her yolun mübah olduğunu öğretiriz. Yalan söylemeyi, ikiyüzlülüğü, fırsatçılığı, acımasızlığı öğretiriz. Nefreti, kini, öfkeyi, düşmanlığı, kavgayı, saldırganlığı, öldürmeyi, yakıp yıkmayı, yok etmeyi öğretiriz. Küfürbazlığı, oyunbazlığı, düzenbazlığı, ayak oyunlarını öğretiriz.

Acıma duygusunu, inanmayı, öğrenmeyi, güvenmeyi, paylaşmayı, doğru olmayı, erdemi, haksızlığa boyun eğmemeyi sileriz kafasından yavaş yavaş.

“Gemisini yürüten kaptandır,” masalına inandırırız onu. Önce kendini korumasını, bunun için de gerkirse güçlüden yana olması gerektiğini öğretiriz.

Hak ve adalet kavramlarını sileriz beyninden. Her şeye yalnızca kendisinin hakkının olduğuna, adaletin yalnızca kendisi için gerekli olduğuna inandırırız onu. Ve kendimiz gibi “ben”i tarafından ele geçirilmiş bir canavar yapıp süreriz bataklığa.

Sonra?

İşte asıl bundan sonrasıdır gülünç olan...

“Ben”imizin buyruklarına boyun eğerek yakıp yıktığımız çevremizden, birer canavara dönüştürdüğümüz çocuklarımızdan, gün gelip de gücümüzü yitirdiğimizde vicdanlı olmalarını, bize sahip çıkmalarını, sıcak davranmalarını, yanımızda olmalarını bekleriz...

Ana babalarımızdan, kardeşlerimizden, akrabalarımızdan, eşimizden, çocuklarımızdan, dost ve arkadaşlarımızdan merhamet dilenip bütün yaptıklarımızı unutmalarını bekleriz utanmadan.

İşte o an, içimizdeki “ben” bataklığının doruk yaptığı, dışımızdaki bataklıkta tümüyle gömülüp boğulduğumuz andır.

İşte o an, içimizdeki son insanlık kırıntısını da yitirip utanmazca bugüne dek esirgediğimiz davranışları başkalarından bekleme rezilliğini yaşadığımız andır.

İşte o an bittiğimiz, tükendiğimiz, iflas ettiğimiz andır.

İşte o an, bataklığın pis kokusunu ciğerlerimize dek hissettiğimiz, uğruna kendimizi adadığımız “ben”imizin aslında yıkımdan başka bir şey olmadığını anladığımız; ama çok geç kaldığımız andır.

Öyleyse...

Öyleyse bataklıkta debelenmek yerine, bize uzatılan dala tutunalım. Temizleyelim kendimizi...

İçimizdeki “ben” bataklığını kurutalım.

Kendimiz için değilse bile, çocuklarımız için yapalım bunu.

Çocuklarımıza kıymayalım.

Konular :