ÇOCUK VE EDEBİYAT - ERDAL ÇAKİCİOĞLU

Otobüs

Hepimiz Aileyiz Kurumsal Icon hepimizaileyiz.com.tr
Yayın : 30.09.2012

Otobüs

İstanbul’da yaşıyorsan, bilirsin; sabah işe gidişlerle akşam iş çıkışları işkencedir. Hele akşamları...

O trafik çilesini tamamlayıp da evine ulaştığında, tümüyle bitmiş durumdasındır. Ne yemek ister canın, ne sohbet. Başını bir yana koyup gözlerini yummak, bir an önce uyumak istersin haklı olarak.

Beynin uyuşmuş, sinir sistemin allak bullak olmuştur çünkü...

Konuşursan, durduk yerde evdekilerden birinin kalbini kırmaktan korkarsın çünkü...
Bütün gün dişlerini sıkmaktan çenen ağrıyordur; konuşup da o acıyı ta beyninde duymak istemezsin çünkü...

Bütün gün motor ve korna sesi dinlemekten ses kirliliğine başkaldıran kulakların, başka bir sesi daha kaldıracak durumda değildir çünkü...

Bütün gününün önemli bir zamanını yollarda geçirdiğin ve ertesi günkü çileye çok az vaktin kaldığı için, onu da dinlenerek geçirmek istersin çünkü...

Kimseyi görecek gözün, kimseyi dinleyecek kulağın, kimseyi anlayacak aklın kalmamıştır, akşam eve döndüğünde. Uyumak, bir an önce ve yalnızca uyumak istersin...

Oysa... Evliysen eşin, çocukların vardır. Bekârsan dostun, arkadaşın, kardeşin... Tek başınalığa doğru sürüklenirsin ama tek başına değilsindir aslında. Onların sana, senin onlara ihtiyacınız vardır. Söyleyecekleriniz, söylemeniz gereken şeyler vardır birbirinize. Konuşmalı, o gün neler yaşadığınızı paylaşmalısınız aslında...

Siz bir ailesiniz çünkü... Birbirine en yakın insan topluluğusunuz. Yarın öbür gün birinize bir şey olduğunda, ilk siz bir araya geleceksiniz. Birbirinizin yarasına merhem olmaya, derdinizi paylaşmaya ilk siz koşacaksınız. Birbirinizden haberli olmalısınız... Konuşmalısınız. Dertleşmelisiniz. Siz insansınız çünkü...

Ama İstanbul’da yaşıyorsan, bütün bunlardan dışlanmışsın demektir...

Sen istemesen de yalnızlığa itilmişsin demektir...

Sesin elinden alınmış, kulakların tıkanmış, beynin uyuşturulmuş demektir...

Kendine ve herkese yabancılaşmışsın demektir...

Daha sabah otobüs durağına koştururken hoyratlaşmış, bencilleşmiş, tüm insanlık erdemlerini bir yana atmışsın demektir... Yardım edecek değil, kavga edecek; gönlünü alacak değil, gönlünü kıracak adam aramaya başlamıştır gözlerin. Yanında biri düşüp ölse, dönüp bakmazsın bile... Çünkü o otobüse yetişmek zorundasın; yoksa işe geç kalırsın.

Ola ki tüm bu çabana karşın otobüse yetişememişsen, kendi kendini yemeye; durağa yanaşmadan geçip giden otobüsün sürücüsüne veryansın etmeye başlarsın. Sıkıntını biriyle paylaşmak istersin oracıkta ama herkes senin gibidir... Kimse dinlemez seni; dönüp yüzüne bile bakmaz. Sen de başkalarına öyle yapmışsın daha önce... Tek başına kalmışsındır; kendi içinde çoğullanmaya çalışırsın.

Otobüse yetişmişsen, en önde binmeye çalışırsın diğerleri gibi; itişir kakışırsın, sanki önce binen daha erken gidecek sanırsın. Ya da işin doğrusu, önceden binip oturacak boş bir yer bulmaktır derdin... Omuz gücün, burada çok işe yarar. Erkeksen ve senden daha güçlü omuzlar yoksa, şanlısın... Ama kadınsan, hiç şansın yoktur. Ya uslu uslu sıranın sana gelmesini beklersin ya da erkeklerin oyununa ortak olursun, gücün yettiğince.

Omuz gücün yetmeyip de aşağıda kalmışsan ve otobüs de tıklım tıkışsa, haklı olarak aşağıdan bağırırsın, otobüse binmeyi başarıp da ilerlemekte nazlananlara:

— İlerleyelim arkadaşlar, otobüsün arka kısmı boş! Hey, ilerlesenize be! Adamlara bak be! Otobüse binince, aşağıdakileri unutuyorlar hemen... Biz de işe gidiyoruz, hooop!
Eğer sen otobüse binmişsen ve aşağıdan biri ya da sürücü bağırıp arkaya doğru ilerlemeni isterse, bu kez de başka role bürünürsün:

— Nereye ilerleyeceğiz, be kardeşim? Gelip de cebime girecek hâlin yok ya! Ne yani, birbirimizin üstüne mi çıkalım? Bekle, bir sonraki otobüse bin sen de, diye aynı ses tonuyla yanıt verirsin.

Ya da bağırış çağırışlara hiç aldırmaz, kendine bulduğun yerde boş bakışlarını otobüsün camına diker, ta ineceğin durağa kadar bakarsın boşluğa. Bakarsın ama hiçbir şey göremezsin... Aklında da bir şey yoktur, çünkü beynin hâlâ uyku hâlindedir.

Eğer camdan dışarıya bakacak durumda değilsen, açılmış bir gazeteye kaydırırsın gözünü, boş boş bakarsın. O da yoksa, farklı bir tip ararsın yolcuların arasında; göz göze gelip onu rahatsız ettiğini anlayıncaya dek, ondan ayırmazsın gözünü. O senden önce inerse, otobüste adam kıtlığı yok ya, başkasını yakalar gözlerin... Bir yandan da cam açma- cam kapama tartışmalarına ortak olursun.

Hele mevsim kışsa ve sen cam kıyısındaysan, cam açıldığında üşüyenlerden yanasın. Yüksek sesle savunmasan bile, homurtuyla destek verirsin cam kapayıcılara. Ama eğer ayakta ve orta koridorda yolculuk ediyorsan, havasızlıktan boğulanların arasındasın demektir. Yüksek sesle başkaldırmasan bile, bu yiğitliği gösteren kişiye homurtunla destek verirsin.

Yolcular arasındaki her tartışmada, kapışmada konumuna göre yandaş olabilirsin... Ama söz konusu yolcu- sürücü kapışmasıysa, her zaman sürücünün yanındasın. Tartışma yürekliliğini gösteren sensen eğer, bil ki herkes sürücüden yanadır; sen tek başınasın. Onun için, ya –haklı olsan da- uzatmayacaksın tartışmayı, sürücünün sen inene dek sürecek homurtusuna katlanacaksın ya da her şeyi göze alıp otobüsten atılıncaya dek sürdüreceksin tartışmayı... Her ikisinin sonunda da yitireceksin mücadeleni ve otobüsün dışında, yaya yürümekle ya da yeniden akbil basıp başka otobüse binmekle cezalandırılacaksın. Sana kalan, yalnızca homurdanmak ve kaşlarını çatma hakkı olacak.

...

Yine böyle bir günde, iş çıkışı kendini bir otobüse atıyorsun. Daha otobüsün ilk basamağına adımını attığın anda, arkadan gelen:

— Hadi kardeşim! Acele edin biraz, kaldırın adımlarınızı! Daha bir sürü insan var aşağıda, sesiyle irkiliyorsun.

Sinirleniyorsun da... Yanıt vermek, terslemek için dönüp bakıyorsun sesin sahibine. Kalıplı, kirli sakallı çam yarması gibi bir genç... Gözüne kestiremiyorsun. Vazgeçiyorsun yanıt vermekten. O hâlde, ondan yana olman gerek... Oluyorsun da. Sen de önündekilere yineliyorsun, biraz daha kibarca:

— Hadi, arkadaşlar... Bir iki adım daha atarsak, aşağıdaki arkadaşlar da binebilirler.


Hemen önünde, kulağında cep telefonu, konuşarak durağa gelip yine konuşarak kendini otobüse atan hafif topluca, çakma sarı saçlı bir genç kız duruyor. Giriş kapısındaki ara demire dayanmış hâlâ konuşuyor. Belli ki, inene kadar da konuşacak... Bu sahnelerle çok sık karşılaştığın için, alıştın, biliyorsun böyle olacağını.

Biraz daha yüksek sesle, özellikle de ona, yineliyorsun uyarını:

— Arkadaşlar, lütfen! Aşağıda kalan siz de olabilirdiniz... Bir iki adım atıp az sıkışalım da aşağıdaki arkadaşlar da binsinler!

Sesin onun sesini bastırmış olmalı ki, kız dönüp sana ters ters bakıyor. Ama pek umursamıyor dediğini. Konuşmasını sürdürüyor. Telefonun karşı ucundaki her kimse –konuşma tarzına ve sesindeki cilveye bakılırsa sevgilisi olmalı- ona, otobüsün şu andaki durumunu rapor ediyor kıkırdayarak.

O umursamayınca, aşağıdan yukarıya gelişen itme hareketine sen de omuz veriyorsun. Vermesen de az önceki çam yarması delikanlı hepinizi sürükleyecek zaten... İtme itişme, yukarıda meyvesini veriyor. Bağırış çağırışlar, sayıp dökmeler arasında, yukarısı dalgalanıyor. Sen de sürükleniyorsun sahanlıkta, orta kapıya doğru. Son yolcu da basamağa adımını atar atmaz, otobüs sarsılıyor; hareket ediyor.

Ayaktaki diğer yolcularla birlikte, savruluyorsun sen de. Güçlükle bir elcek yakalayıp düşmekten kurtuluyorsun ama bu arada, birkaç ayağın üzerinden geçiyorsun, farkında olmadan. Homurtulara, terslemelere aldırmıyorsun. Tutunup düşmemişsin ya, önemli olan bu senin için...

O sırada, ön kapı “şırak” diye kapanıyor. Son binenin topuğu ya da kolu sıkışıyor kapı arasında; ciyak ciyak bağırıyor. Yeniden açılıyor kapı, yolcu kendini kurtarıyor, yeniden kapanıyor. Sürücünün homurtusu yükseliyor, diğerlerini bastırıyor:

— Arkadakine binseniz olmaz sanki!

Orta kapının hemen yanındaki tek kişilik koltukta oturan çıtı pıtı sevimli kızcağız, sana bakıyor sürekli, fark ediyorsun. Dönüp karşılık veriyorsun onun dost bakışlarına. Elinde, arasına ayıraç sıkıştırılmış bir kitap var. Belli ki bindiğinden beridir onu okuyordu. Saygı duyuyorsun, okumaz yazmaz toplumda böyle bir genç kızı gördüğün için. “Aferin!” çekiyorsun içinden, gülümsüyorsun; kanın ısınıyor ona.

O da belli ki senin durumuna acımış; eh, birazcık da yaşlı oluşun, içini acıtmış olmalı. Sana işaret ediyor, yerini vermek istiyor. Hoşnut oluyorsun, saygın sevgin daha da artıyor.

— Teşekkür ederim. Rahatsız olmayın, diyerek incelikle geri çeviriyorsun önerisini.

Sonraki durakta ineceğini söylüyor, ısrar ediyor.

— Peki madem, diyerek o koltuğa doğru ilerlemeye çalışıyorsun.

Tam o sırada da genç kız kalkıyor. O kendine yer açmaya, sen de koltuğa yanaşmaya çalışıyorsunuz. Koltuğun tam önünde, yer değiştirmeye çalışırken, karşılıklı gülümsüyorsunuz. Kız, orta kapıya yönelip uyarı butonuna dokunuyor. Sen de oturmak için koltuğa yanaşıyorsun... Fakat o da ne!

Kalınca bir bacak, ardından da sahibi, senden önce kuruluyor koltuğa. Şaşırıyorsun. Senin yarı yaşında ve tosuncuk biri... Oldukça da sağlıklı... Ama hiç umursamıyor seni, iyice yerleşip yayılıyor. Başını çevirip camdan dışarı bakmaya koyuluyor. “Kızcağız yerini bana verdi ama!” demek istiyorsun ama yediremiyorsun kendine. İçinden lanetler okuyarak, başını sağa sola sallayarak öfkeli bakışlarını üzerine dikiyorsun.

Sen durumu kabulleniyorsun ama o sırada orta kapının önünde sıkışan genç kız, senin için boşalttığı koltukta tosuncuğu görünce, çılgına dönüyor:

— Hey, arkadaşım! Ben yerimi sana değil, şu bey amcaya verdim... Kalkar mısın lütfen!
Tosuncuk, duymazlıktan geliyor. Dışarıya bakmayı sürdürüyor...

Kızcağız, iyice öfkelenip daha yüksek sesle yineliyor söylediğini:

— Hey! Sana söylüyorum, baksana! Sağır mısın?

Tosuncuk, sinirleniyor bu kez. Horozlanıyor genç kıza:

— Ne bağırıyorsun, be! Babanın yeri mi? Tapulu mu sana?

— Tamam kızım... Önemli değil, diye araya giriyorsun.

Tosuncuk, haklıymış gibi, üzerine dikilen kınayıcı bakışlara aldırmadan cama dönüyor yeniden.

O sırada, otobüs durağa yanaşmadan, bulduğu boşluktan sıvışıp geçiyor. Orta kapıya inmek için tüneyen, içinde az önceki genç kızın da olduğu koro, hep bir ağızdan bağırıyor:

— Hoop! İnecek vaaar!

Sürücü, öfkeden kuduruyor. Sağda bir boşluk bulup baldır küldür yanaştırıyor otobüsü. Orta kapıyı açarken, ayağa fırlayıp inmeye hazırlanan yolculara çıkışıyor:

— İnecek varsa düğmeye basın! Orada bir düğme var, görmüyor musunuz?

— Bastık, sesi yükseliyor korodan.

“Yavuz hırsız ev sahibini bastırıyor” yine. Sürücü, haksız olmasına karşın, haklıymış gibi azarlamayı sürdürüyor:

— Bir de yalan söylüyorsunuz, utanmadan! Bastınız da niye yanmadı ışık?

Orta kapıda bekleyenlerden bir kısmı, homurdanarak iniyorlar aşağıya. Genç kız, hâlâ inmek için sırasını bekliyor. Gözü sürücüde ve oldukça sinirlenmiş. Kalanlardan biri:

— Senin ışıkların bozuksa biz ne yapalım, diye kafa tutup aşağıya atlıyor.

Sürücü altta kalır mı? Hemen karşılığını veriyor, inenin duymayacağını bile bile:

— Bozuk olan ışık değil, sensin! Terbiyesiz herif!

Sen de tanıksın, butona basıldığına. Hem, sana yerini veren genç kıza minnet borcunu ödemen gerek... Yer verilmeyi hak ettiğini de göstermelisin. Ancak onun ve yanındakilerin duyabileceği bir sesle araya girip vızıldanıyorsun:

— Bastılar... Biz de gördük. Hem de kaç kez basıldı ama butonda bir sorun var anlaşılan, ışık yanmadı.

Keşke sussaydın! Sesin, genç kızı kışkırtmaktan başka işe yaramıyor. Sırası geldiği hâlde inmeyip sürücüye söz yetiştiriyor:

— Basılsın basılmasın, durakta durmak zorundasın! Ne hakla hem suç işleyip hem de insanlara bağırıyorsun?

Sürücü, böyle bir karşılık beklemediği için önce bocalıyor, ne diyeceğini şaşırıyor. İyice dikelip basamakta, inmeye hazırlanan genç kızı görmeye çalışıyor. Bir yandan da:

— Kim o? Kim o bana buyruk veren? Kim o bana görevimi hatırlatan, diye soruyor.


Genç kızı görüyor. Çıtı pıtı, zayıf, bir fiskede uçacak biri olduğunu görüyor ve cesaretleniyor. Tam o inmek üzereyken bağırıyor:

— Sen kimsin, be? Benim cumhurbaşkanına bile eyvallahım yok, sen kimsin? İstediğim yerde dururum, istemediğim yerde durmam, anladın mı çiroz!

Aşağıya inen kız, “çiroz” benzetmesini duyunca iyice öfkeleniyor. İndiği kapıdan geri çıkmak yerine, sürücüye daha yakın olabilmek için ön kapıya yaklaşıp açması için gümbür gümbür vuruyor. Parmağını sallıyor, burnundan soluyor:

— Aç kapıyı! Aaaç!

Gözü onu içmiş ya, hemen açıyor ön kapıyı, sürücü. Anlaşılan, dövmeyi de planlamış ki, el frenini çekip ön kapıya doğru atak yapıyor. Öndeki erkek yolculardan birkaçı, sarılıveriyorlar hemen, engelliyorlar onu. Bir yandan da sözlü destek sunuyorlar, birbirlerini bastırarak:

— Tamam, kaptan... Akşam akşam alma başına belayı!

— Bırak, kaptan... Bir tokatlık canı var zaten, elinde kalır valla!

Destekleyen bir kadın sesi de yükseliyor. Cırtlak bir ses:

— Ay, ne şirret bir şey! Sen akıllı adamsın kaptan, uyulmaz böylelerine...

Kadını özellikle merak ediyorsun. Parmaklarının ucunda yükselip görmeye çalışıyorsun. İyice yükselerek görüyorsun: Yusyuvarlak biri... Daracık giysisinin her yanından yağları fışkırıyor. Bir ara destek toplamak için sağına soluna bakınınca, yüzünü de görüyorsun... Şeytan gibi! Sırıtıyor, sürücüden puan almanın kıvancıyla! Ya da sen, genç kızdan yana olduğun için öyle görüyorsun. Çok çirkin görünüyor gözüne...

İğrentiyle dudaklarını büküp parmak uçlarından tabanlarına doğru iniyorsun.

Başını çevirip genç kızın uzaklaşıp uzaklaşmadığına bakıyorsun merakla. Bir yandan da içinden, “Git be kızım! Uzaklaş şu yamyamlardan! Kadınlığına, nahifliğine bakmaz, parçalarlar seni... Git be kızım!” diye geçiriyorsun.

Ama genç kız duymuyor seni. Diğerlerine de aldırmıyor. Öyle kuru gürültüye pabuç bırakacak biri değil belli ki. Biraz önce okuduğu kitabı elinde sallayarak yanıt veriyor sürücüye:

— Asıl sen kim oluyorsun? Babanın otobüsü mü bu? Sen kamu hizmeti yapıyorsun ve görevin neyse, ona uymak zorundasın!

— Yahu, git başımdan! Sıkıveririm gırtlağını, bak!

— Dağ başı mı burası? Bir sık da görelim!

— Durmadım, ulan! Var mı diyeceğin? Git, bildiğin yere şikâyet et!

— Edeceğim zaten! Vergileriyle maaş aldığınız insanlara hizmet etmek zorunda olduğunu biri öğretir elbet sana! Terbiyesiz! Otobüs şoförü müsün külhanbeyi mi, ahlaksız!

Ön kısımdaki yağdanlık beylerden bazıları, genç kıza dönüyorlar bu kez:

— Yahu, git kardeşim! Akşam akşam insanların başına bela olma!

— Amma uzattın be! Çek git işine!

Yine o destekçi kadının cırtlak sesi de katılıyor diğerlerine:

— Ay, ne şirret şeymişsin sen böyle!

Genç kız, öfkeden zangır zangır titriyor. Başını kaldırıp kendisine çıkışanlara bakıyor küçümseyerek. Bu bakışlarda sanki, “Sizin için de savaşıyorum, ahmaklar! Madem istiyorsunuz, geberin öyleyse!” anlamı var. İyi ki oradan seni görmüyor. Görse, sana da onlara baktığı gibi bakacak ve sen, utancından yerin dibine geçeceksin.

Ön kapı “çaat” diye yüzüne kapanıyor. Otobüs, yanaştığı yerden çıkmaya çalışıyor. Kolay değil çıkması, bir topluiğne başı kadar boşluk yok. Trafik durmuş. En küçük bir kıpırtı bile yok.

Bir tükürük savuruyor, genç kız. Ardından da omzundan kayan çantasını öfkeyle düzeltip sert ve hızlı adımlarla oradan uzaklaşıyor. İzliyorsun... Çantasını hışımla karıştırıp cep telefonunu buluyor. Dönüp otobüsün plakasını okuyor, onu kaydediyor... Belli ki sözünde durup şikâyet edecek sürücüyü.

Senin gördüğünü sürücü de görüyor. Homurdanmaya başlıyor yeniden:

— Yaz, yaz! Benden bir de selam söyle... Pislik!

— Aldırma kaptan, diye destekliyor yine öndekilerden biri. Şikâyet etse ne yazar? Kim dinler ki onu?

— Dinlemez elbet, diye böbürleniyor sürücü. İtin duası kabul olsa gökten kemik yağar, be! Gitsin gidebileceği yere... Gidip şikâyet etmesi umurumda bile değil de söylediği söz ağrıma gitti, zillinin! Maaşımı, onun vergilerinden ödüyorlarmış... Ulan sen nesin, be? Senin maaşın kadar vergi ödüyorum ben!

Yağdanlıklar, başlarını sallayarak onaylıyorlar. Sürücü, kendi söylediğine kendini de inandırmış olmalı ki, iyice gemi azıya alıyor:

— Ulan, bu memlekette en büyük vergiyi biz veriyoruz, be!

Hemen yanı başında dikilen destekçisine dönüyor:

— İnan olsun, Koç’la Sabancı bile bizim kadar vergi vermiyorlar, hemşerim! Bakma sen gazetelerdeki vergi rekortmenlerinin havasına... Asıl vergi rekortmeni biziz valla! İnanmazsan yarın gel, bordrolarımızı gör...

— İnanırım kaptan, niye inanmayayım?

— Dillerine pelesenk olmuş hepsinin... Bizim vergilerimizle maaşınız ödeniyor, sözü. Ulan, peki benim vergim nereye gidiyor? Yok arkadaş, çekilmez bu meslek! Her gün, o paraya bunca zırıltı çekilir mi ya? Emekliliğime az kalmasa, ant olsun şimdi gider istifayı basarım! Nedir bu, be! Şoför müyüz, uşak mıyız Allah aşkına?

— Boş ver, bozma sinirlerini, diyor öndekilerden bir başkası. Değmez... Kim bilir kaç fırça yedi akşama kadar ki gelip senin üzerine sıçradı?

Bu kez, başka, daha yaşlıca bir kadın sesi destek veriyor:

— Aman evladım, uyma sen... Bozma sinirlerini. Maazallah, kaza falan yaparsın... Bir sürü can taşıyorsun, değil mi yani?

Homurtular, ikili konuşmalar, telefon muhabbetleri başlıyor yeniden. Sürücünün ve öndeki yağdanlıkların sesleri arada eriyip gidiyor. Artık duymuyorsun onları. “Belki de başka konu bulmuş, onu konuşuyorlardır.” diye düşünüyorsun. Bakışlarını yeniden cama çeviriyorsun ama içinde bir öfke kabarıyor. Sürücüden çok onu destekleyenlere... Ve sessiz kalarak genç kızı yalnız bıraktığın için kendine!

Trafik ağır aksak akmaya başlıyor. Bindiğin otobüs de hareket ediyor... Bir süre, öyle gide dura ilerliyorsunuz. Sonra ağır ağır canlanmaya başlıyor trafik. Bazıları seviniyor... Bazılarının hâlâ yüzlerinden düşen bin parça. Senin de öyle... Kendinle hesaplaşıyorsun sen, kendini kınıyorsun durmaksızın. Kendinde olduğuyla övündüğün vicdanın, hak bilirliğin yara almış bugün, usul usul kanıyor, sancıyor, rahatsız ediyor seni. İçinden, gidip sürücüyle kavga etmek geçiyor... Gözün kesmiyor, vazgeçiyorsun. Ama iç sızın artıyor durmaksızın, seni hırpalıyor; patlamak üzeresin.

Dikiz aynasına bakıyorsun; sürücüyü, onun yüzünü görmeye çalışıyorsun. Eğiliyorsun yana doğru, yanındakilerin tuhaf bakışlarına aldırmadan. Görüyorsun... Oh, keyfi yerinde, sırıtıyor. Yanındakilerle koyu bir söyleşiye dalmış. Nefretle bakıyorsun bir süre, içinden sövüp sayıyorsun. Ama o seni görmüyor... Onun iğrenç –sence- yüzünü daha fazla görmeye dayanamayıp başka yöne dönüyorsun.

Bu kez de tosuncuk takılıyor bakışlarına... İyice koltuğuna yayılmış, uyukluyor. Tere belenmiş kaygısız yüzü. Onu görünce, için iyice daralıyor. Yer değiştirmek istiyorsun... Zaten ineceğin durağa da yaklaşıyorsun. Sen hareketlenince, dalgalanıyor çevren...

Orta kapıya yöneliyorsun ama birden, butonun çalışmadığı geliyor aklına. “Bu sersem yine durmaz, bu kez de benimle dalaşır!” diye geçiriyorsun içinden. O minnacık kızın göze aldığı şeyi, sen göze alamıyorsun.

— İte dalaşmaktansa çalıyı dolaşmak yeğdir, diye homurdanıyorsun yalnızca kendinin duyabileceği bir sesle.

Orta kapıyı pas geçip ön kapıya doğru ilerliyorsun, itiş kakış arasında. Oradan, en azından durağa varmadan sözle uyarabileceğini düşünüyorsun. Senin ineceğin durakta da pek binen olmayacağı için, rahatlıkla inebilirsin ön kapıdan.

Otobüsün içi, bindiğin andaki kadar olmasa da hâlâ tıklım tıkış... Olsun, sürücüdense yolculardan zılgıt yemeye razısın. İnsanlara sürtünerek, ter kokularını içine çekerek, homurtularını duymazdan gelerek ilerliyorsun. İlerledikçe de sürücü ve yağdanlıklarının sesleri daha anlaşılır olmaya başlıyor. Maç muhabbetine dalmışlar, keyifleri yerinde. Sürücü, yorumculuğa soyunmuş bu kez. O ne diyorsa, yağdanlıkları onaylıyorlar; karşı düşünce yok. O da bundan güç alarak gittikçe abartıyor:

— Ben olsam, Türkiye’den bir tek hakeme görev vermem maçlarda! O ne arkadaş? Herif gözünün önünde kasap havası oynuyor, o, bırak kırmızı kartı, düdüğü çalıp faul vermeye cesaret edemiyor... Yalan mı?

— Doğru valla!

— Ulan, ben olacağım ki orada... Sen misin bunu yapan? Al sana, kasaplık öyle değil böyle yapılır der, iki ayağını birden kırarım namussuzun!

— Nereden buluyorlar bu tabansız herifleri? Bunları, hakem değil kaz çobanı bile yapmaz insan... Eline üç kaz versen, ikisini yolda yitirirler.

— Aynen! Ben olacağım ki...

Üf! Ne bitmez yolmuş ön kapıyla orta kapının arası... Bir türlü ulaşamıyorsun ön kapıya. İtilip kakılıyorsun, canın burnunda... Ama iner ayak kimseyle dalaşmak istemiyorsun. Sineye çekiyorsun her şeyi. Bir an önce bu cendereden kurtulup evine varmak, şöyle sırtüstü divana uzanıp gözlerini yummak istiyorsun.

Sen ön kapıya vardığında, otobüs de senin ineceğin duraktan bir öncekine yanaşıyor. Bütün kapıları açıyor, sürücü... Yolcuların çoğu iniyor. Rahatlıyor içerisi. Bu arada, ön kapıdan bir genç kız biniyor. Soluk soluğa... Koşarak, son anda yetişiyor otobüse. Akbilini dokunduruyor makineye ama eyvah! “Dı-dııt!” Bitmiş akbili... Çaresiz... Sürücü, “Madem yeterli akbilin yok, ne demeye bindin otobüse? Hadi, in aşağı da yolumuza gidelim!” der gibi bakıyor, genç kıza. Genç kız inmek için dönüyor...

Seninse vicdanın yaralı... Biraz önce savaşan kahraman kıza yapamadığın yardımı, bu genç kıza yapmak istiyorsun, vicdan yaranı sağaltmak için. İnmeden, yapışıyorsun koluna. Kendi akbilini uzatıyorsun gülümseyerek. Genç kız, seviniyor. Teşekkür ederek senin akbilini dokunduruyor makineye. Akbilini sana geri verirken, yine teşekkür ediyor. Omuz çantasına davranıyor sonra... İvediyle cüzdanını çıkarıp içinden bozuk para alıyor. Sana uzatıyor, yeniden teşekkür ederek.

Evet, kahramanlık sırası sende... Biraz ucuz da olsa, yapmalısın; temizlemelisin vicdanını. Yapıyorsun da... Almıyorsun parayı. Gülümsüyorsun; öyle karşılık veriyorsun kıza. Kız direttikçe, sen de diretiyorsun. Sonunda o pes ediyor ve bir kez daha teşekkür ederek uzaklaşıyor arkaya doğru. Rahatlamak istiyorsun, kahramanlığınla. Birileri izliyor mu diye çevrene bakınıyorsun. Kimsenin umurunda değil... Kaşların çatılıyor yeniden. Dışarıya, yola çeviriyorsun küskün bakışlarını.

Otobüs hareket ederken, açık kapılardan bir serinlik doluyor içeri. Oh, püfür püfür... Derin bir soluk alıyorsun sen de herkes gibi. “Keşke kapıları hiç kapatmasa!” diyorsun içinden. Oksijene hasret kalmışsın...

Otobüs tam hızlanmaya başlarken, sevecen bir sesle sürücüye dönüyorsun:

— Yıldız’da bırakır mısınız, kaptan?

Sürücü, kaçamak ama aşağılayıcı bakışlarla seni süzüyor:

— Bırakırız da... Ön kapıdan mı ineceksin, bey ağabey?

— Sakıncası yoksa, evet...

Yüzünde hâlâ o aşağılayıcı ifade var. Sırıtıyor:

— Sakıncası var, olmaz olur mu?

— Nasıl yani?

— Nasılı var mı, beyim? Burası, biniş kapısı... Buradan inilmeyeceğini bilmeniz gerek, değil mi? Kural böyle...

Ağzın doluyor, “Ulan, kendin kurallara uyuyor musun sanki züppe?” diye bağırmak istiyorsun... Ama bağıramıyorsun; o minnacık kızın gösterdiği cesareti gösteremiyorsun yine.

— Peki, diyip gerisin geri, orta kapıya doğru ilerlemeye çalışıyorsun.

Zamanında inip sürücüyle dalaşmamak için, acele ediyorsun. Neyse ki otobüs epey rahatlamış, itişip kakışmadan, tam zamanında ulaşıyorsun orta kapıya.

Ve otobüs durup kapı açılır açılmaz, kendini aşağıya atıyorsun. Durak ıssız, senden başka da inen yok. Otobüs kapılarını kapatıp ağır ağır uzaklaşırken, sen de sövüp saymaya başlıyorsun sürücüye. O uzaklaştıkça, sen de sesini yükseltiyorsun. Ağzına geleni söylüyor, vicdanını rahatlatıyorsun...

Konular :