ÇOCUK VE EDEBİYAT - ERDAL ÇAKİCİOĞLU

Öğretmenin Değeri

Hepimiz Aileyiz Kurumsal Icon hepimizaileyiz.com.tr
Yayın : 03.06.2012

Öğretmenin Değeri

Bir ülkenin eğitime verdiği önem, öğretmenine verdiği değerden anlaşılır...

Şu sıralarda, öğretmenler ve öğretmenlik herkesin ağzında... Herkesin hedef tahtası! Ahkâm kesen kesene, söven sövene, aşağılayan aşağılayana... Hani, “vurun abalıya” diye bir deyimimiz vardır ya, öyle şimdi. Abalı, öğretmen... Vurun öğretmene!

Yetkilisinden yetkisizine, sorumlusundan sorumsuzuna, herkes saldırıyor öğretmene, öğretmenliğe. Herkes uzman kesilmiş...

Birilerine yaranma, birilerini haklı çıkarma yarışına giren ya da sansasyondan tiraj uman bir kısım medya (!) da öğretmen avında! Aslı astarı olmayan sansasyonel haberler üretme peşinde... Bazısı, masa başında (asparagas) üretiyor, kolayına kaçarak. Bazısı, uydurma bir telefonla ya da maille olmadık haberler üretiyor... Haberin aslı olmasa da olsun. Çamur atacak ve izi kalacak ya! Öyle sanıyorlar... Oysa kendileri de biliyorlar, geçmişte yaşananlardan... Önce atmak için çamuru avuçlayanın o çamura beleneceğini biliyorlar. Ama önemli olan bugündür, diye düşünüyorlar, önemli olan bugünü kazanmak...

...

Geçen ay, imza ve söyleşi gittiğim okullardan birinde, etkinlikten sonra okul müdürü odasında ağırladı bizi, sağ olsun. Çayımızı içip sohbet ederken, kapı tıkladı. İçeriye iki kız öğrenci girdi. Tam girip kapıyı kapatacaklardı ki, müdür telaşla, “Aman kızım, kapamayın... Açık kalsın!” diye bağırdı.

Şaşırdım elbette, bir anlam veremedim. Bunu müdürün şeffaflığına yormak istedim ama bu denli telaş niyeydi? Öteden beridir meraklıyım zaten... Başıma olmadık işler geldi şu anlamsız merakım yüzünden, yine de bastıramadım. Eh, boşuna huylu huyunu teneşirde terk eder, dememişler atalarımız. Benimki de öyle sanırım...

Kızlar işlerini halledip kapıyı kapayarak çıktılar. Ve ben de hemen müdüre, kızlar odadayken kapıyı neden açık tuttuğunu sordum...

“Aman hocam, neme gerek? Şimdi biri kızların girişini ve kapının kapandığını cep telefonuna çekip de internet ortamında yayınlarsa...”

“Vay be! Durum o boyuta geldi demek? İnsan, kendi çocuğundan –öğrenci öğretmenin çocuğudur- korkar duruma geldi demek?”

Vay be!

Benimki de iş mi şimdi? Niye şaşırıyorum ki? Az mı haber okudum, buna ilişkin? Az mı görüntü izledim, cep telefonlarıyla çekilen? Daha iki gün önce, sele kapılmasınlar diye öğrencilerini erkenden evlerine gönderen öğretmen servis minibüsünden indirilip linç edilmedi mi, çocuklardan bazıları az ıslanmışlar diye? Sınıf basılıp dövülmedi mi öğretmen kardeşlerim? Sokakta, haklarını aradıkları için yerlerde sürüklenip biber gazına boğulmadılar mı? Ne diye şaşıyorum sanki? Benimki de iş mi şimdi?

...

Bu saldırı, elbette ilk kez yaşanmıyor bu ülkede... Yeni bir şey değil öğretmene ve öğretmenliğe saldırmak. Öğretmenler ne zaman haklarını aramaya kalkmışlarsa, ne zaman seslerini çıkarmışlarsa hep böyle saldırıya uğramışlar. Bu saldırılarla, emekli bir öğretmen olarak ben de çok kez karşı karşıya kaldım, biliyorum.

Peki, Cumhuriyet’in ilk yıllarında, o aydınlanma mücadelesinin sürdürüldüğü yıllarda en saygın mesleklerden biri olan öğretmenlik, nasıl oldu da bu duruma getirildi? Ulusal Kurtuluş Savaşımızın da en önemli aktörlerinden biri olan öğretmenler, neden böyle potansiyel suçlu durumuna getirildi?

Bunun tarihsel geçmişini şöyle bir gözden geçirirsek, nedeni de kolaylıkla anlarız...

Cumhuriyet’in ilk yıllarında, öğretmenliğin saygın bir meslek durumuna getirilmesiyle yetinilmemiş elbette... Onu gerçekten aydınlanmanın öncüsü konumuna taşımak için de ne gerekiyorsa yapılmış. Bir yandan “millet mektepleri” ve “halkevleri” üzerinden yürütülen aydınlanma mücadelesinde başrol öğretmenlere verilirken, bir yandan da “köy enstitüleri” ve “yüksek öğretmen okulları” üzerinden bu mesleğin kaynağı oluşturulmaya çalışılmış.

Başarılmış da... Köy enstitülerinden ve yüksek öğretmen okullarından yetişen öğretmenler, gerçekten aydınlanma sürecinin bayraktarlığını yapmışlar. Ancak bu hızlı aydınlanma, doğal olarak cehaletten beslenenleri rahatsız etmeye başlamış. Ve özellikle de “başöğretmen”lik unvanını gururla taşıyan büyük önder Atatürk’ün ölümünden sonra, ilk saldırılar başlamış. Buna bir de dönemin politikacılarının iktidar hırsları eklenince, saldırılar daha da keskinleşmiş.

Bu saldırı, giderek daha sistematik şekle dönüştürülmüş. Bir yandan öğretmenlere dönük saldırılar sürdürülürken, bir yandan da can damarları yok edilmiş... Sudan bahanelerle köy enstitüleri kapatılıp yerine öğretmen okulları, yüksek öğretmen okullarının yerine de eğitim enstitüleri getirilmiş.

Öğretmen okullarıyla eğitim enstitüleri de umduklarının tersine aydın öğretmen yetiştirince, onlar da hızla yok edilmiş. Öğretmen okullarının yerini sayısı hızla azaltılıp içleri boşaltılan öğretmen liseleri, eğitim enstitülerinin yerini de üniversitelere bağlı ve yine içi boşaltılan öğretmen fakülteleri almış...

Bu yok ediş sürecinde, protokoldeki yeri validen, kaymakamdan sonra gelen öğretmenler de hızla toplumdan soyutlanmaya, yalnızlaştırılmaya, örgütsüzleştirilemeye çalışılmış. Sonra da –özellikle de darbe dönemlerinde- hedef tahtasına dönüştürülmüş... Ve bir dönemin eli öpülesi insanları, potansiyel suçlular ordusuna dönüştürülmüş...

Ve ülkenin en yetkili ağzının öğretmeni sıradan bir memur olarak tanımladığı bugüne gelinmiş... “Öğretmene ne gerek var ki? Öğretmensiz de pekâlâ eğitim olur!” diyecekleri gün de korkarım ki pek uzak değildir.

...

Ben, öğretmenlerime duyduğum saygıdan, onlara (elbette hepsine değil) duyduğum hayranlıktan dolayı seçmiştim bu mesleği... Ve meslek yaşamımın son saniyesine kadar da aşkla sürdürmüştüm.

Acaba bizden sonra da öğretmenlerine hayran olup da onları örnek alarak öğretmenlik mesleğini seçecek gençler olacak mı?

Umarım olur... Yoksa zifiri karanlıkta hiçbirimiz yolumuzu bulamayız. Öğretmenlere saldıranlar bile...

Konular :